Mehmet Emin Şentürk, Apple reklamında…

Canım oğlum [Mehmet Emin Şentürk]’ benden daha çok Apple’cı. Daha şimdiden bir Apple reklamında oynadı. 🙂

Apple logosunu metrelerce öteden tanıyor. Nerede bir Apple logosu görse mutlaka bana gösteriyor.

Kırık Camlar Teorisi

Kırık camlar teorisi, Wilson ve Kelling adında iki Amerikalı teorisyen tarafından 1980’lerin başında ortaya atıldı. Bu teori, Wikipedia’da aşağıdaki örnekle anlatılıyor:

“Bir kaç camı kırık olan bir bina düşünün. Eğer camlar tamir edilmezse, kimi insanlar başka camları da kırmakta bir sakınca görmeyecektir. Bu şekilde devam ettiği görüldüğünde, binaya daha büyük zararlar vereceklerdir. Sonunda bina ve devamında o sokaktaki diğer binalar yaşanmaz hale gelecektir.” Bu teoriye dayanarak, en küçük sorunlara ve kural ihlallerine öncelik vererek çok daha büyük sorunların çözülebileceğini öngören yetkililer, sonraki 20 yılda New York gibi kimi büyük şehirlerde suç oranının sıfıra yakın bir seviyeye inmesini sağladılar.

Kırık Camlar Teorisi, iş yaşamımızda da bir çok büyük soruna çözüm oluşturabilir. “Kırık Camlar, Başarısız İşler” kitabının yazarı Michael Levine, iş dünyasında kırık camları “Güzel bir mağazanın boyası çıkmış duvarı, ya da bir müşteri hizmetleri telefon görüşmesinde yirmi dakika boyunca tekrarlayan bir müzikle bekletildikten sonra hattın kesilmesidir.” diye özetliyor.

Kendi işinizde ya da çalıştığınız şirkette, önemsiz görünen sorunları hızla çözmeniz, benzeri hataların tekrarlanmasını ve bu ufak sorunlardan güç alan daha büyüklerinin oluşmasını önleyecektir.

Kabağın da bir sahibi var.

Vaktiyle bir derviş, nefsi ile mücadelededir, bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınarak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekle olmamaktadır. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.

Berberden kendisini traş etmesini ister. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynadan durumu izlemektedir. Başının bir kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atar ve şaklabanlık yaparak:

“Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer.

Dervişlik bu. Sövene dilsiz, vurana elsiz olması gerekir. Kaideyi bozmaz derviş, hiç ses etmez, usulca kalkar yerinden.

Berber mahcup olur ama, korkmuştur da. Sesini çıkartamaz.

Kabadayı Dervişin kalktığı koltuğa oturur, berber traşa baslar. Traş sırasında da devamlı olarak dervişi aşağılayıp alay etmeye devan eder.

“Kabak aşağı, kabak yukarı…”

Traş biter, kabadayı dükkandan çıkar.

Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıya çarpar. Kabadayı orada yığılır kalır. Ölmüştür.

Görenler çığlığı basarlar. Berber ise şaşkındır. Bir bu kötü manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:

– Biraz ağır olmadı mi derviş efendi?

Derviş mahzun ve düşünceli bir şekilde cevap verir:

– Vallahi asla gücenmedim ona. Hatta hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. “O” gücenmiş olmalı!

Padişahın işi ne?

Sultan Murat Han o gün bir tuhaftır. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.

Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
– Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
– Akşam garip bir rüya gördüm.
– Hayırdır inşallah?
– Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
– Nasıl yani?
– Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.

Sorarlar:

– Kimdir bu?

Ahali:

– Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın, meyusun biri işte!

– Nerden biliyorsunuz?

– Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz…

Bir başkası tafsilata girer:

– Biliyor musunuz? Der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine…

Hele yaşlının biri çok öfkelidir.

– İsterseniz komşulara sorun. Der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu.

– Nereye?
– Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

– Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.

– İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

– Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

– Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

– Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.

– Aman efendim, nasıl kaldırırız?

– Basbayağı kaldırırız işte.

– Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…

– Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasil hane bulmalıyız.

– Şurada bir mahalle mescidi var ama…

– Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

– Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…

– Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü şâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza…

Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

– Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba.

– Nasıl yani?

– Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?

– Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

– Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.

– Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi, vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!

– Niye?

– Ümmeti Muhammed içmesin diye.

– Hayret.

– Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum.

– Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…

– Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli.

– Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

– İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada!

– Doğru, öyle ya?.

– Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

– Peki o ne dedi?

– Önce uzun uzun güldü, sonra; “Allah büyüktür hatun, Hem padişahın işi ne?” dedi.

—————————————————————————-
İşte adsız sansız Allah dostlarından biri olan Nalıncı Baba’dır bu kişi. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergamalı’dır. 1592 yılında vefat etmiştir. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görmüş ve mübareği evine defnetmiştir. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurmuştur. Dahası bir tekke ile yaşatmıştır adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut?

Sultan Mahmut tebdil-i kıyafet dolaşırmış zaman zaman. Yine böyle gezerken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.

“Tıkandı Baba, çay getir!..”

“Tıkandı Baba, kahve getir!..”

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.

– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı Baba meselesi?

– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı Baba.

– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi Sultan.

Tıkandı Baba da peki deyip başlamış anlatmaya; Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarinki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve olugu açmaya çalıştım. Ben ugraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarinki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve: “Tıkandı Baba, tıkandı. Ugraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına: “Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.” demiş.

Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle agız tadıyla bir güzel yiyelim.” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim.” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.

-Taze baklava, güzel baklava!

Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken agzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım.” demiş. Tıkandı Baba da “Pekiyi.” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut: “Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım.” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.

Sultan:

– Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi? Demiş.

– Geldi sultanım!

– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?

– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. “Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel.” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş. “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir.” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş; “Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar.” demiş ve askerlerden birini çagırmış. “Alın bu adamı Üküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin.” demiş. Padişahın adamları “Pekiyi.” deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler. “Baba hele suradan bir taş beğen bakalım.” demişler. Baba, “Niçin?” diye sormuş. Askerler: “Hele sen bir beğen bakalım.” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline. “Ne olacak şimdi?” diye sormuş. “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını Padişahımız sana bağışladı.” demişler. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

“Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut?”

Renklerin Ustası

Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş. Ve onu “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş.

Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.

Ranga Guru:
– Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor.

Çok üzülmüş tabii… Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru’ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve yine Ranga Guru’ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte… Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.

Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış.

Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.

Ranga Guru:
– Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün.

Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi.

Sevgili Raciçi mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.

Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın.

Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur.

Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.